Hem okşayan, hem zorlayan, hem özlenen, hem de her şeye rağmen güzel anılan; doyulmadan bırakılmak, tüketilmeden bitmek zorunda kalan tüm aşklar gibi, içine düşenin yerine başka hiçbir şey koyamadığı...
Kokusunda aşk, dokunuşunda tutku, kadınında işve, erkeğinde neşe barındıran, kolay görünen ama zor elde edilen yüksek enerjinin karşı konulmaz etkisi...
Dokusunda özünde taşıdığı çabasız güzellik ve zarafet, yemeğinde doğallıktan gelen benzersiz bir lezzet, en basit ama etkili silahıysa, samimiyet!
Ege, Efe'ler diyarı, kadını ayrı, erkeği ayrı cesur, içten, deli akan kanlı..
Ege, yakamozların bağrı, incirle zeytinin, üzümle narın, Ay'la Güneş'in binlerce yıllık aşkına şahit efsaneler mekanı..
Ege, bir tatlı rüzgar esintisi, denizden gelen hafifliğin, rahatlığın, keyifle hayata dokunmanın hikayesi...
Ege, suyun karşı tarafında kırılan tabakların sesi, çalan şarkılarda edilen dansın ismi, bizim tarafın zeybek, öte tarafın sirtakisi...
Onlar demişler cacığa caciki, sahana sahaniki, biz demişiz; "zaten hepsi bizden size, sizden bize ne fark eder ki..."
Ege köyleri güzel insanlı, şehirleri kendine has yaşam tarzlı, ama ortak özelliği, insanı da havası gibi hep sıcak, değişken, hafif esintili, fena çarpmalı!
Egem; ait olduğum topraklar; diktiğini misliyle veren bereketli, şifalı, sevdiğini tutkuyla seven koca yürekler dergahı, gücünü köklerinden alan, korkuya çelme takan, 'hayata gülerek bakanlar' hükümdarlığı!
SU'yun öte yakası her ne kadar her şeyi kendine mal etmeye çalışsa da, aslında didişen ama birbirini çok seven kardeşler misali, karşılıklı medeniyetler mirası, herhangi bir tepede ayağına takılan taşın binlerce yıllık hikayesi olan, Dünya'nın en özel coğrafyası.
Eski adı Agrilia* olan bugünün Alaçatısı, çocukluğumda denize uzak bir yerleşim yeri olması nedeniyle biz İzmirliler tarafından pek tercih edilmezken, köyün hatta tüm Çeşme'nin kaderinin, günün birinde 3 kadın tarafından değiştirileceği hiç akla gelmezdi...
İlk önce gözleri gülen bir İzmirli, rahmetli Leyla Figen keşfetti içinde sadece yerlisi gezen, dışarıdan görünmeyen avlulara açılan evlerle dolu, bu sihirli dar sokakları...
Mübadeleden kalma en az yüz elli yıllık Rumlara ait taş evler, o zamana dek kendi hallerindelerdi. Sadece camiinin avlusunda, şimdi olmayan kocaman ağaçların altında içilen kahveyle birlikte, cumartesi günleri minik bir antika pazarı kurulurdu..
Ne köy kahvelerinden başka yeri, ne müzik sesi, ne de butiklerin renkleri vardı tenha sokaklarında...
Ama eski bir tütün deposunu Agrilia isminde bir cafe restorana çeviren bu özel kadın, şimdiki Alavya'nın karşısındaki yüksek tavanlı mekanda, tango müzikleri eşliğinde düzenlediği özel gecelerle Alaçatı'nın ilk tohumlarını serpiştirdi az sayıda 'bilen'in yüreğine...
Sonra yakın arkadaşı Zeynep Hanım Taş Otel'le bir başka vizyon getirdi köye... Bu muhteşem taş dokunun, nasıl ve neye dönüşebileceğini gösterdiler birlikte, ince zevkleriyle.
Ve 3. şahane kadın Delice'yi açtı, namı diğer 'deli Nur'! Öyle özel bir kadın dokunuşu hissediliyordu ki her yerde ve her şeyde, bambaşka bir dünyaya giriyorduk sanki, o daracık taş sokaklarda, sunumun zarafeti, lezzetin nefisliği ve ortamın büyüsüyle...
Ardından gelen Tuval, Köşe Kahve, Asma Yaprağı ve daha nicelerine, hep gözleri ışıldayan kadınların dokunuşları damgalarını vurdu.
Alaçatı'nın bir ruhu vardı artık; cazibeli, dişi, sakin ve rafine...
Bizler bir nevi kendi hayal dünyamızda, kendi harikalar diyarımızdaydık.
Taa ki, nadide bir cam gibi koruma altına alınması gereken Alaçatı, her önüne gelene ruhsat verile verile bir açık hava meyhanesi ve 'eller havaya' eğlence merkezine dönüşene dek!
Bizler 12 ay yaşayanlar olarak, ne yazık ki, sokaklarından sanat fışkıran, kaliteli eğlencesi ve yükselen gastronomi kültürüyle bir dünya markası olabilecek bir değerin, gözümüzün önündeki ters evrimini izledik.
O güzelim sokakların insanlar ve masalar tarafından istila edilişine, onu naif ve özel kılan her şeyin hoyratça yok edilişine, müziğin her mekandan gelen ayrı seslerle bir kakafoniye dönüşmesine, arz talep dengesinin nasıl da dengeyi bozarak fiyatları adeta bir delilik-şuursuzluk seviyesine getirişine ve nihayet zarif bir güzelliğe uygulanan kötü muameleye, hatta bir nevi şiddete şahit olduk.
Evet Alaçatı yine çok güzel ve hala bir 'marka' ama bahsettiğim halinden eser yok artık...
Kaçırdığımız ve kaybettiğimiz ruhun yerine gelense, çok ama çok başka!
Alaçatı'yı Alaçatı yapan surf okullarının bulunduğu yerin son durumunu, gençlerin eğlenmeye gittiği mekanlarda rezervasyon için eski bir pavyon adeti olan şişe açma zorunluluğu uygulanmasını, bir kadeh içkinin bir kilo bonfile fiyatına satılmasını, daracık yollarda deli gibi giden yabancı plakalı araçları anlatmak bile istemiyorum...
Sadece tek istediğim Ege'nin binlerce yıldır var olmuş 'hediye'lerinin heba edilmemesi,
ona kendine yaraşan bir görgü, nezaket ve hassasiyetle yaklaşılması, eğlencenin ve yeme içmenin de bir kültür olarak görülüp, bunların da kalitesiyle, adabıyla yapılması.
Bundan sonra burada, bu köşede; önce kendi bölgemde öne çıkan, aradan sıyrılan, fark yaratan mekanları, sonra Urla gibi yakın çevredeki yeni oluşumları ve daha sonra bu kültüre hizmet edecek farklı bölgelerdeki 'özel' yerleri - insanları, belki de keşfedilmesi, anlatılması ve çoğaltılması gereken hikayeleri paylaşacağım...
Bu kadim topraklarda hepimiz, bazı şeyleri korumakla yükümlüyüz.
Öyle zengin bir lezzet, doğa ve kültür imparatorluğuna doğmuşuz ki, bizim için normal olan şeyler, başka kültürlerden gelenler için inanılmaz etkileyici...
Reçelli, kaymaklı, ballı, pişili, zeytinli sıradan bir Ege kahvaltısı, ya da mezelerle donatılmış bir balıkçı sofrası, kolayca bir yabancının aklını başından alabiliyor, her bölgemiz içinde kendi sürprizlerini barındırıyor.
Güzel olanı yok etmeden, bozmadan, kirletmeden sevmeyi öğrenirsek, bir gün her şey için çok geç olmadan, koruyarak muhafaza etme bilinci adına, kendimiz için küçük ama insanlık için kocaman bir adım atmış olacağız.
Madem seviyoruz, o zaman korumak zorundayız!..
Agrilia* Eski Yunan'da körpe zeytin fidanı